Salı, Aralık 27

"Artık uzayda yolculuk mümkün ama zamana yolculuk ancak belleğin bilinmez kentlerinde, kendi içimizde yapılabiliyor...
Uzayda yolculuk...
Şimdi hatırladığım o günlerde henüz bu sözcük bizim için bir masalın gizemli dünyasını çağrıştırıyordu.
Ve biz sıradan insanlar için dünyanın sınırlarının ötesinde inanılmayacak şeyler vardı. Sonsuz hayal gücünün yarattığı yeni dünyalar... Boşlukta, bilinmez bir evren parçasında birdenbire karşımıza çıkacak ürpertici canlılar... Korku... Heyecan...
Bilinmezliğin yarattığı düşler...
Kendi sınırlarını yıkıp sonsuz evrenin karanlığına çıkmanın o eşsiz duygusu...
Kim bilir neler bulacaktık? Kim bilir Ay'ın yüzeyine insan ilk kez ayak bastığında neler olacaktı? Bizi izleyip, zaman zaman gizlice dünyamıza gelen o yaratıkların evreni gerçekten de çok yakında mıydı?
Hayatın sırrını çözmek için dünyanın sınırlarını aşmak yetecek miydi acaba?
Korkunç bir merakla bekliyorduk.
Sonra gittiler... Birbiri ardına uzayın karanlığında ateş saçan roketler yollandı. Derken bir gün, Ay'ın soluk yüzünde, kraterlerin üzerinde çocuklar gibi sıçrayarak yürüdüklerini gördük. Evet gördük. İnanılmaz bir şeydi. Yalnızca masal kitaplarının karalamalarında, çizgi romanlarda, filmlerde gördüğümüz şey gerçek olmuştu. Oradaydılar ve biz buradan, oturduğumuz yerden onları izliyorduk. Bomboş bir yerde, ayak basılmamış bir ülkede, kraterlerin arasında komik kuklalar gibi sıçrayıp zıplıyorlardı.
Evet, gittiler ama aynı zamanda hayallerin de sonu geldi. Ne beklenmedik yaratıklar ne gizli mesajlarımıza cevap veren uzak ülkeler vardı... Biz gittikçe evren bizden kaçıyor, uzaklaşıyordu sanki. O sonsuz karanlık bizi içine aldıkça daha da derinleşiyordu. Ve yalnızca kendi kendine bir şeyler kanıtlamaya çalışan çocuklar gibi yapayalnız, kırışık yüzlü bir gezegene bayraklar dikip geri döndük. Hepsi bu. Kimselerin gelmediği yapayalnız bir yıldızda dalgalanan renkli kumaş parçaları... Çocuksu bir gururun sonsuz gökyüzüne bırakılmış izleri...
Eğer orada, bizi izleyen biri varsa, yaptığımız bu komik, anlaşılmaz şeye herhalde çok gülmüştür."

Başucumda Müzik - Kürşat Başar

Perşembe, Aralık 22

The Red Street

İstanbul'da bir apartman. Geceleri camına yağmur damlaları üç kere vuruyor. Pencereyi açıp da içeri buyur eden yok. Apartmanda bir ev. 'Dolu!' Evin içinde dört kişi. İkisinin başı bu gece çok ağrıyor. Birinin daha çok. Diğer iki kişiden biri daha çocuk. Ama büyük de aslında. Çok büyük hem. İnsanların büyüklükleri yürekleriyle ölçülmeli. Kalbimizin alanını hesaplayabilir miyiz? Hangi kenarı hangi kenarla çarpmak gerek? Gidip biraz matematik mi çalışayım? Bu adamın neden hiç merhameti kalmamış? Huzur, tuz gibi bir şey değil ki gidip komşudan isteyelim. Bu apartmanda kimler yaşıyor? Hiçbirini tanımıyorum Üst kattaki kadının çok sevdiği o adam öldü mü acaba? Peki ya karşı dairedeki adam işinden neden ayrıldı? Adamları sev(e)miyorum. Kadınları biraz. Önce Allah'ı sonra annemi seviyorum diyen o çocuk. Allah kadın mıdır erkek midir anne? En çok annemi seviyorum baba, seni değil. Alınma olur mu? Ama alınmazsın ki. Seni hiç tanımıyorum.

Seni değil. Onu. Tanıdığımı sandım, aylarca. Haftalarca. Akreple yelkovanın birbirinin arkasından koşturduğu o kutularla anlatılan zaman dilimlerinde. Böyle oldu her şey. Neden her şey hep üst üste gelir? Bu sokak neden kırmızı? Senin ellerin neden beyaz? Benim ağzım neden yok, neden parmaklarımla konuşuyorum? Benim dünyayı sevdiğim kadar sevebilir misin beni? Bu dünyayı hiç sevmiyorum. Sen?

Pazartesi, Aralık 19

anne, bul beni.

Benim için hep 'en anlamlı' kalacak bu cümle:

"Arkadaşlar ben bir anayım; benim sesimi duymak zorundasınız, beni dinlemek zorundasınız."

Cumartesi, Aralık 17

Görme Eylemi Üzerine Bilimsel Bir Deneme

- Ne görüyorsun? İki elma görüyorum; biri yeşil, kırmızı biri.
-Bu iki elma arasında bir benzerlik görüyorum.

Aynı yüklemi, benzer tümceler içerisinde, görünürde aynı eylemi betimleyecek biçimde kullandık. Birinci denek iki elma gördü ve ikinci denek bu iki elma arasında bir benzerlik gördüğünü söyledi. Görünürde aynı olan iki yüklemin, gerçekte ne denli farklı olduğu açıktır: birinci tümcede görülen, nesnel gerçekliğin algı düzlemimiz üzerinde bıraktığı izdir; ikinci tümcede görülense, görme eyleminin, yalnız bir resim çizme eylemi olmadığını ve herhangi bir nesneye bakmakta olan bir insanın, baktığı nesneyle arasında, nesnenin algılarda bıraktığı izden çok daha fazlasını içeren karmaşık bir ilişki olduğunu iddia eder niteliktedir.

Peki nesnegerçek nedir? Yokgerçek var mıdır?

Bu iki sorunun yanıtını da, bilimilim kitapları aracılığıyla bize aktarılanlarda buluyoruz. Eskinin üstatları, her şeyden önce, yalangerçek, yokgerçek ve nesnegerçek arasındaki ayrımın sınırlarını belirlemektedirler.

Yalangerçek: Yalanların gerçek olduğu, yalan söyleyenlerin gerçekleri belirlediği, sakinlerinin "dünya" adını taktıkları bir yalancıdüzlem üzerinde yapılan araştırmalarda izine rastlanmış olup, yalan-yapan üst sınıfların yalanlarına yaltaklanmalarla yanıt veren bolyalpalanımlı yalantoplum gerçekliği anlamına gelmektedir.

Yokgerçek: Bilimsel adı "Gözlükezenlerinuyurgezegenliğindekibezinti" olan, kısaca "Bezegen" olarak da bilinen, sakinlerini, "yalangerçekbezgini" adı altında toplanmış eski dünyasakini kişilerin oluşturduğu bir yokdüzlemdir; algı düzleminde hiçbir iz bırakması mümkün değildir. Yok-olanı görmeyi başarabilmiş olan bu kişilerin gözleri oldukça keskindir; ancak olanı gözden kaçırmaları da olasıdır - ola ki bu olan, yok-olası olmasın.

Nesnegerçek: Yine "dünya" adlı yalancıdüzlemde gözlemlenmiştir. Gözden kaçırmanın imkansız olduğu gerçeklerin yerini yalanla dolduran kişilerin, görülmemesi imkansız olanı yok etmeleri sonucunda geriye kalan gerçeklik kırıntılarına verilen addır; bu yolla gerçeğe varmaya çalışmak, tuzluğunu yitirmiş tuzu yeniden tuzlaştırmaya çalışmaktır.

Görme eylemini, el ele yürüyen yalangerçek-nesnegerçek alanlarında gerçekleştiren bir insanın algılarında herhangi bir sorun olmadığı açıktır; kişi gösterileni görebilmektedir. Yalnızca kendisine gösterileni görmekle kalmayıp, ikinci tümcedeki deneğimizin yaptığı gibi, görülenler arasında bir benzerlik veya bağlantı da görebilen kişinin de gözleri bozuk değildir; ancak bu ikinci kişinin algıları, mantığın görülebilirliğini yalanladığı, bir çeşit yokgerçeklik düzleminde işlemektedir. Algısının dışına taşanları yoksamayı görev edinmiş kişilerce -ki bu kişiler, onlara, gördüklerinin aslında bir elma olmadığı söylendiğinde buna da inanacaklardır- hiç şüphesiz yalanlanacak bu tür gerçekler, yok-olanı bile görebilecek denli keskin görüşlü görücüleriyle birlikte yokgerçekliğine gitmeye mahkum görünmektedirler.

(Irak'taki özgürleştirme, barışçılaştırma vs. çalışmalarının, ülkenin ulaştığı konumun parlaklığı göz önüne alınarak sonlandırılması üzerine, Paratanrısının özgürlüğünü tatma şerefini yaşamış bütün insanlar için yazılmıştır.)

Cuma, Aralık 9

Duymuyorsun.

Bir trene biniyoruz seninle. Bir yerlere gidiyoruz, bir yerlerden geliyoruz. Her istasyonda hep aynı yüzleri görüyoruz. 'Bir gün her şey biter' diyorlar. Ama ne ağızları var, ne dilleri, ne de inci gibi dişleri. Nasıl oluyor da konuşuyorlar? Bir anlam veremiyoruz. Ne sen ne ben. 

Kaşlarını kaldırıyorsun. Bunu neden yaptığını anlamak zor değil. Her günün sabahı bu yüzünü hayata da gösteriyorsun, yaşıyor olmanın verdiği şaşkınlıkla. Ben parmaklarımı ağzıma götürüyorum. Dudaklarıma. Ağzımı yokluyorum. İnci gibi dişlerim yok benim. Yine de konuşabilirim. Ama susuyorum. Son istasyona kadar susuyorum. Son istasyon hiç gelmiyor.

Sana bakıyorum. Başını eğmiş, düşünüyorsun. Bu kadar çok düşünmemelisin. Yorgunsun. Ölüm gibi kokuyor hava. Pencereden doluyor, ciğerlerimize doluyor. Ölüm nasıl kokar, bilmiyorum. Hiç ceset koklamadım. 

'Konuşsana!' diyorum sana. 'Hem bak, saçların çok uzamış'
Saçlarımı hep kestim tutacak kadar kalmasın dedim
Çünkü bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur
Duymuyorsun. Susuyorum çünkü ben. Sonsuza susuyorum. Bir şey söylediğim yok. Ne de senin duyduğun.

İşte biz seninle böyle her gece susuyoruz. Son istasyona kadar susuyoruz. Ama o son istasyon hiç gelmiyor. Yine ölüm kokuyor hava.

Sen hiç ölümü kokladın mı?

Pazar, Aralık 4

Ankara

Şu ana kadar yazdığım yazıların hepsnde kedilerden bahsetmiş olmam -ve bunun yarattığı etki-, bir takım eleştirilerde tepki buldu ve ben de bugün bir değişiklik yaparak, kedilerden uzak, ama bizlere yakın, uzak olsa dahi hep orada bir yerlerde var olduğunu bildiğimiz gri bir kent hakkında yazmaya karar verdim.

Diyelim bu kentin adı Ankara olsun; adına Türkiye denilen bir ülke hayal edelim sonra, bu Ankara da ülkenin başkenti olsun. Hayal edin işte, ne çıkar? Her zaman da gerçeklerle yaşamıyorsunuz ya!

Düşünün şimdi, bu kent gri bir kent. Sigaranızı yakıyorsunuz mesela, sonra bir duman bulutu üflüyorsunuz ve bir bakıyorsunuz, bütün hava gri olmuş; merak ediyorsunuz elbette, havayı böyle gri yapan sigaranın dumanı mı? İçinizin karalığıyla birleşen beyaz soğuk katılaştı da, havada öylece asılı mı kaldı yoksa? Peki sizin bakışınız değişmiş olmasın? Ya gözleriniz gri görmeyi seçiyorsa? Düşünün işte, böylesine gri bu kent. Bir de kalesi olsun mesela; göğe yakın, bizlere daha yakın olsun. Soba kokuları arasında dolaşanlara anlatsın, ufukta görülen o gökdelenler değil buranın gerçek sahipleri ve aslında buranın sahibi filan yok -kente sahip çıkılmaz, kent dediğin yaşar!- ve kalenin kendisi bile hititlerin ve latinlerin ve yunanların ve galatların ve türklerin sahiplik düşlerine hiçbir zaman boyun eğmiş değildir aslında ve eğmeyecektir ve hep devam edecektir 'chauffe-bain'lerini yakan sahte şehirlilerin arasına sobalarından çıkan gri dumanı yaymaya vs. vs. vs.

Şimdi bir an durup etrafınıza bakın. Havayı ciğerlerinize çekip genzinizin yandığını hissedin - hafifçe bir öksürük takılacak boğazınıza, bırakın aksın. Sonra Gılgamış'ı hatırlayın, "O Ur-şanabi, Ankara surlarına tırman ve ileri geri yürü! Temellerine bir bak, tuğlaların nasıl işlendiğini gözlemle!" dediğini hatırlayın. Ve yürüyün ileri geri, bakın, bu tuğlalar fırında pişmemiş miydi? Bir yanınızda Ur-Şanabi, bir yanınızda Enkidu, tırmanın surlara, temellerinin nasıl kazıldığına, duvarların nasıl örüldüğüne şahitlik ederek.

Ne göreceğinizi kısaca anlatayım: tepenin birinden kentin birine bakıyorsunuz; gri bir kente. Bir yanı şehirleşmek için çabalıyor, bir yanıysa geçmişin görkemine tutunmaya çalışıyor; ama umut kalmamış. Bacalardan tüten soba dumanları su borularına doluyor; internet ağı, cep telefonu sinyali, egzos dumanı, bir kuryenin motorundan inleyen acıklı ezgi oluyor; her gün altından geçtiğiniz ağacın dalına tünemiş, siz onu görüp de "bugün de sıçamayacaksın ulan üstüme!" diye meydan okuduğunuzda, görüldüğünü fark edip kaçan güvercin oluyor; başka dallardaki kuşların kulak gıdıklayan kakafonisine karışıyor; griliği içiyorsunuz, soluyorsunuz, konuşuyorsunuz, düşünüyorsunuz, yaşıyorsunuz; ama aslında siz de, hititlerin ve latinlerin ve yunanların ve galatların ve türklerin kentin üzerinde uçuşan gri hayaletleri gibi, pek de bu kente ait hissetmiyorsunuz. Sonra surları tırmanıyorsunuz yavaşça, bitkin, biraz korkarak - ve bir yanınızda ölümötesinden uzanan Enkidu var ve diğer yanınızda kayıkçı Ur-şanabi - ve oturduğunuz bir basamaktan kente bakıyorsunuz.

Havada asılı bir duman görüp merak ediyorsunuz, nedir bu grilik diye. Sigaranızın tükürüğü yorgun duman bulutlarından biri gözüpek çıkıyor, ileri atılıp surlardan atlıyor; bir diğeri etrafınızda dönüyor, dönüyor; bir diğeri yükseliyor ve yayılıyor. Enkidu gülümsüyor. Ciddi Ur-şanabi de bıyık altından sırıtıyor, fark ediyorsunuz. Sonra anlıyorsunuz, aslında hiçbiriniz bu kente ait olmasanız da, kentin griliği size ait. Ufukta yükselen gökdelenleri görüyorsunuz sonra - ve yavaşça batan güneşi.

Gökyüzü nasıl da sarı, turuncu, kırmızı ve gri, görüyor musunuz?

Çok güzel gündü be! Sizce de öyle değil mi?

Perşembe, Aralık 1

Do you have a cat?

- Do you have a cat?
- All cats are mine.

Yaşadığımız süre boyunca karşılaştıklarımıza (insanlara, eşyaya vs.) bir kedinin, oynadığı böceğe gösterdiği özeni gösterseydik, tıpkı onun gibi konumumuzu değiştirip olayları başka açılardan da görebilseydik... eh, şimdiye hepimiz birer kedi olurduk!

İnsanlar böyle mi peki?

Hayır.

Pazartesi, Kasım 28

Kedisevensokağı Üzerine

Merhaba sevgili okur,

Şimdi sen bu blogu okumaya başlayacaksın ya, sen başlamadan seni bir durdurayım, burada neler bulacağını kısaca anlatayım istedim. Yanlış anlama, önünü kesiyor filan değilim, yalnızca olası yanlış anlamaları en başından önlemek amacım. Kedisevensokağı nedir, kediseven ne demektir, kedisevmek ne anlama gelir... bunları anlatmaya başlayacağım - ama yavaş yavaş, sindirerek, kedisevme işi öyle aceleye gelmez!

Öncelikle bu bir blog, bunu unutma; burada göreceğin, duyacağın, okuyacağın her şey, aslında bir çeşit yanılsamanın ürünü olacak: biz anlatacağız, sen dinleyeceksin; sen anlatacaksın, biz dinleyeceğiz. Ama kedisevmek zaten tam da bununla alakalı değil mi?

Aynen öyle.

Peki kedi nedir, neye denir?

Bir kedi ve insanın 9500 yıl önce yan yana gömüldüğü mezarın da gösterdiği gibi, kediler binyıllardır insan hayatının bir parçası olmuşlardır. Buna rağmen, bir kediyi -bir köpeğin aksine- sahibinin isteklerini yerine getirecek biçimde eğitmek mümkün değildir; kedi her zaman kendi istediğini yapar.

Ortalama bir kedi, günün 2/3ünü uyuyarak geçirir.

Bir kedinin kalbi, neredeyse insan kalbinin iki katı hızla atar.

Japonya'da bir inanca göre, ölen kedilerin süper güçlü ruhlara dönüşme yetisi vardır. Bu inancın kaynağı, büyük ihtimalle, büyük ruhların kısa süreliğine kedilerin bedenlerinde dinlendiği yönündeki Budist inancıdır.

Bir kedinin duyma yetileri, hem insanınkinden hem de köpeğinkinden daha gelişmiştir.

Bir kedi, kendi boyunun beş katı kadar bir mesafeyi tek sıçrayışta katedebilir.

Ortaçağ Avrupası'nda cadılar ve cadılıkla özdeşleştirilen kedilerin katledilmesi doğal bir şey olarak görülürdü.

vs. vs. vs.

Başına buyruk, dışlanmaya meyilli, kulakları iyi işiten, kalbi biraz çok atan, canı isteyince büyük mesafeler aşabilen bu uykucu ve kutsal hayvanı seviyor olmak, yani kedisevmek, böylesine acımasız, bize gülen yüzünün ardında koca bir cehennem gizleyen, ara sıra güldüğümüz zaman da yoldan geçen arabalar vs. aracılığıyla suratımıza pis sularını tüküren bir dünyada ne işe yarar, ne anlama gelir?

Bunu şimdilik senin hayal gücüne ve gelecek yazılarımıza bırakıyorum.

Haydi hoşça kal!