Pazar, Aralık 4

Ankara

Şu ana kadar yazdığım yazıların hepsnde kedilerden bahsetmiş olmam -ve bunun yarattığı etki-, bir takım eleştirilerde tepki buldu ve ben de bugün bir değişiklik yaparak, kedilerden uzak, ama bizlere yakın, uzak olsa dahi hep orada bir yerlerde var olduğunu bildiğimiz gri bir kent hakkında yazmaya karar verdim.

Diyelim bu kentin adı Ankara olsun; adına Türkiye denilen bir ülke hayal edelim sonra, bu Ankara da ülkenin başkenti olsun. Hayal edin işte, ne çıkar? Her zaman da gerçeklerle yaşamıyorsunuz ya!

Düşünün şimdi, bu kent gri bir kent. Sigaranızı yakıyorsunuz mesela, sonra bir duman bulutu üflüyorsunuz ve bir bakıyorsunuz, bütün hava gri olmuş; merak ediyorsunuz elbette, havayı böyle gri yapan sigaranın dumanı mı? İçinizin karalığıyla birleşen beyaz soğuk katılaştı da, havada öylece asılı mı kaldı yoksa? Peki sizin bakışınız değişmiş olmasın? Ya gözleriniz gri görmeyi seçiyorsa? Düşünün işte, böylesine gri bu kent. Bir de kalesi olsun mesela; göğe yakın, bizlere daha yakın olsun. Soba kokuları arasında dolaşanlara anlatsın, ufukta görülen o gökdelenler değil buranın gerçek sahipleri ve aslında buranın sahibi filan yok -kente sahip çıkılmaz, kent dediğin yaşar!- ve kalenin kendisi bile hititlerin ve latinlerin ve yunanların ve galatların ve türklerin sahiplik düşlerine hiçbir zaman boyun eğmiş değildir aslında ve eğmeyecektir ve hep devam edecektir 'chauffe-bain'lerini yakan sahte şehirlilerin arasına sobalarından çıkan gri dumanı yaymaya vs. vs. vs.

Şimdi bir an durup etrafınıza bakın. Havayı ciğerlerinize çekip genzinizin yandığını hissedin - hafifçe bir öksürük takılacak boğazınıza, bırakın aksın. Sonra Gılgamış'ı hatırlayın, "O Ur-şanabi, Ankara surlarına tırman ve ileri geri yürü! Temellerine bir bak, tuğlaların nasıl işlendiğini gözlemle!" dediğini hatırlayın. Ve yürüyün ileri geri, bakın, bu tuğlalar fırında pişmemiş miydi? Bir yanınızda Ur-Şanabi, bir yanınızda Enkidu, tırmanın surlara, temellerinin nasıl kazıldığına, duvarların nasıl örüldüğüne şahitlik ederek.

Ne göreceğinizi kısaca anlatayım: tepenin birinden kentin birine bakıyorsunuz; gri bir kente. Bir yanı şehirleşmek için çabalıyor, bir yanıysa geçmişin görkemine tutunmaya çalışıyor; ama umut kalmamış. Bacalardan tüten soba dumanları su borularına doluyor; internet ağı, cep telefonu sinyali, egzos dumanı, bir kuryenin motorundan inleyen acıklı ezgi oluyor; her gün altından geçtiğiniz ağacın dalına tünemiş, siz onu görüp de "bugün de sıçamayacaksın ulan üstüme!" diye meydan okuduğunuzda, görüldüğünü fark edip kaçan güvercin oluyor; başka dallardaki kuşların kulak gıdıklayan kakafonisine karışıyor; griliği içiyorsunuz, soluyorsunuz, konuşuyorsunuz, düşünüyorsunuz, yaşıyorsunuz; ama aslında siz de, hititlerin ve latinlerin ve yunanların ve galatların ve türklerin kentin üzerinde uçuşan gri hayaletleri gibi, pek de bu kente ait hissetmiyorsunuz. Sonra surları tırmanıyorsunuz yavaşça, bitkin, biraz korkarak - ve bir yanınızda ölümötesinden uzanan Enkidu var ve diğer yanınızda kayıkçı Ur-şanabi - ve oturduğunuz bir basamaktan kente bakıyorsunuz.

Havada asılı bir duman görüp merak ediyorsunuz, nedir bu grilik diye. Sigaranızın tükürüğü yorgun duman bulutlarından biri gözüpek çıkıyor, ileri atılıp surlardan atlıyor; bir diğeri etrafınızda dönüyor, dönüyor; bir diğeri yükseliyor ve yayılıyor. Enkidu gülümsüyor. Ciddi Ur-şanabi de bıyık altından sırıtıyor, fark ediyorsunuz. Sonra anlıyorsunuz, aslında hiçbiriniz bu kente ait olmasanız da, kentin griliği size ait. Ufukta yükselen gökdelenleri görüyorsunuz sonra - ve yavaşça batan güneşi.

Gökyüzü nasıl da sarı, turuncu, kırmızı ve gri, görüyor musunuz?

Çok güzel gündü be! Sizce de öyle değil mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder