Perşembe, Aralık 22

The Red Street

İstanbul'da bir apartman. Geceleri camına yağmur damlaları üç kere vuruyor. Pencereyi açıp da içeri buyur eden yok. Apartmanda bir ev. 'Dolu!' Evin içinde dört kişi. İkisinin başı bu gece çok ağrıyor. Birinin daha çok. Diğer iki kişiden biri daha çocuk. Ama büyük de aslında. Çok büyük hem. İnsanların büyüklükleri yürekleriyle ölçülmeli. Kalbimizin alanını hesaplayabilir miyiz? Hangi kenarı hangi kenarla çarpmak gerek? Gidip biraz matematik mi çalışayım? Bu adamın neden hiç merhameti kalmamış? Huzur, tuz gibi bir şey değil ki gidip komşudan isteyelim. Bu apartmanda kimler yaşıyor? Hiçbirini tanımıyorum Üst kattaki kadının çok sevdiği o adam öldü mü acaba? Peki ya karşı dairedeki adam işinden neden ayrıldı? Adamları sev(e)miyorum. Kadınları biraz. Önce Allah'ı sonra annemi seviyorum diyen o çocuk. Allah kadın mıdır erkek midir anne? En çok annemi seviyorum baba, seni değil. Alınma olur mu? Ama alınmazsın ki. Seni hiç tanımıyorum.

Seni değil. Onu. Tanıdığımı sandım, aylarca. Haftalarca. Akreple yelkovanın birbirinin arkasından koşturduğu o kutularla anlatılan zaman dilimlerinde. Böyle oldu her şey. Neden her şey hep üst üste gelir? Bu sokak neden kırmızı? Senin ellerin neden beyaz? Benim ağzım neden yok, neden parmaklarımla konuşuyorum? Benim dünyayı sevdiğim kadar sevebilir misin beni? Bu dünyayı hiç sevmiyorum. Sen?